The post Facebook Messenger’dan 4K Çözünürlük Desteği appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>Değişikliğin duyurulduğu blog yazısında Facebook, mesajlaşmalarda görsel elementlerin gün geçtikçe daha fazla kullanıldığını hatırlatıyor. GIF’ler ve emojiler ile birlikte arkadaşlarımıza ve aile fertlerimize akıllı telefonlarımız aracılığı ile çektiğimiz fotoğrafları göndeririz. Özellikle akıllı telefonlarla çekilen fotoğrafların kalitesi SLR fotoğraf makineleri ile yarışır konuma geldiğinden bu daha da bir önem kazanıyor.
Akıllı telefonları ile fotoğraf çeken Facebook Messenger kullanıcılarına yardımcı olmak için Facebook, bundan böyle kullanıcıların 4.096 x 4.096 pixel çözünürlükteki fotoğrafları paylaşabileceklerini bildirdi. Daha önce bu, 2.048 x 2.048 piksel çözünürlükle sınırlıydı.
Facebook’un blog yazısında 2K ve 4K çözünürlükteki fotoğrafların bir karşılaştırmasına da yer verilmiş. Uzaktan bakıldığında iki fotoğraf arasında pek bir fark yok gibi görünse de fotoğrafa yakınlaştırıldığında aradaki fark çok daha belirgin hale geliyor. Her ay 17 milyar fotoğrafın gönderildiği Messenger uygulamasının sahibi Facebook’un bu alanda bilgisi olduğuna hiç şüphe yok.
Kullandığınız akıllı telefon 4K çözünürlükte fotoğraf çekebiliyor mu? Eğer çekebiliyorsa bu çözünürlüğün fotoğrafın kalitesine olumlu yönde bir katkısı oluyor mu? Messenger’in 4K çözünürlük desteği veriyor olması sizi memnun etti mi? Yorumlarınızı bekliyoruz.
Kaynak: MakeUseOf.
The post Facebook Messenger’dan 4K Çözünürlük Desteği appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post Evlilik insanları nasıl değiştiriyor? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>Psikologlar her ne kadar evlenmenin insanların kendilerine olan güvenlerini arttırdığı mı yoksa kendilerini beğenmiş insanların mı evlenmeye daha yatkın olduğu sorusuna henüz bir cevap verememiş olsalar da araştırmalar, bir ilişkiye bağlı olmanın ve hayatımızın geri kalanını bir kişiye adamanın insanların kişilikleri üzerinde iyi ya da kötü yönde bir etkisi olduğunu gösteriyor… ta ki ölüm bizi ayırana kadar.
Bunun böyle olduğu aslında mantıksız değil – ne de olsa kendinizi bir kişiye herkesin önünde adamak sadakati ve ileri görüşlü olmayı gerektirir. Ayrıca kimileri için bu tip bir birlikteliğin kendi hayatlarında önemli değişiklikler yapacağı anlamına geliyor. Her Allah’ın günü aynı kişiyle aynı evde yaşamanın da belli bir miktar sabır ve diplomasi yeteneği gerektirdiğini de unutmamak gerek.
Evliliğin insanların karakterleri üzerinde ne tür bir etkisi olursa olsun bu konunun araştırmacıların bir numaralı önceliği olacağını düşünürsünüz – ne de olsa her yıl milyonlarca insan birbirleri ile evleniyor.
Ancak işin aslı öyle değil zira bu konuda yapılan araştırmalar son derecede sınırlı. Muhtemelen bu konuda yapılmış en iyi kanıt, son günlerde Almanya’da yapılan bir araştırmanın detaylarında yatıyor. Araştırmacılar, dört yıllık bir süreçte neredeyse 15.000 kişinin evlilik sonrası kişilikleri üzerinde gözlenen değişiklikleri mercek altına aldı.
Araştırmanın süresi boyunca katılımcıların 664’ünün evlendiğine dikkat çekelim. Bu sayede Münster Üniversitesi’nde görevli Jule Specht ve çalışma arkadaşları bu kişilerin karakterleri üzerindeki değişiklikleri analiz etme ve analiz sonuçlarını evlenmeyen çiftlerle karşılaştırma olanağına kavuşmuş oldu. Araştırmacılar, evlenen çiftlerin dışa dönüklük özelliklerinin yanı sıra yeni deneyimlere açıklık oranlarında evli olmayan kişilere oranla azalma gözlemlediler.
Bu değişiklik her ne kadar oldukça belirgin olmasa da bekarların, arkadaşlarının evlendikten sonra daha sıkıcı birer kişi olduklarına yönelik yakınmalarını destekler nitelikte.
Bu değişiklik, en azından kadınlar için, Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan ve 2000 yılında yayımlanan çok daha küçük çaplı bir araştırma tarafından da destekleniyor. Bu araştırmada araştırmacılar, 2.000’in üzerinde orta yaşlı katılımcının kişiliklerini altı ila dokuz yıllık bir süre zarfında inceledi.
Bu süre içerisinde kadınların 20’si evlenirken 29’u boşandı. Evlenenlere kıyasla boşanan kişilerde dışa dönüklük ve yeniliklere açık olma özelliklerinde artış gözlendi. Buna karşın yeni evlenen erkekler, boşanmış akranlarıyla karşılaştırıldığında sorumluluk ve duygusal dengesizlik bakımından iyileşme gösterdiler.
Evli erkekler arasında sorumluluk duygusu sezgisel görünüyor. Evli (veya uzun süredir bir ilişki içerisinde) olan herkes, evlilik gemisini ayakta tutabilmenin özel bir yetenek gerektirdiğini bilecektir. Elbette evlilik bu becerilerin gelişmesine de yardımcı olacaktır. İşte tüm bunlar, bu yıl yayımlanan bir başka araştırmanın bulguları.
Tilburg Üniversitesi’nden Tila Pronk’un liderliğindeki bir grup Hollandalı psikolog, evlilikle birlikte gelen en önemli iki yeteneğin kendi kendini kontrol edebilme (evliliğin bozulmaması için ne kadar çok sinirlenirseniz sinirlenin dilinizi ısırabilme yeteneği) ve affedebilme (böylece partneriniz kirlilerini ortalıkta ne kadar çok kez bırakırsa bıraksın ya da komşunuzla flört ederse etsin) yeteneği olduğunu söylüyor.
Araştırmacılar yeni evlenen 199 çifti mercek altına aldı ve evliliklerini takip eden üç aylık dönemde her bir bireyin ne kadar affedici ve kendilerini kontrol altında tutabildiklerini ölçümledi. Katılımcılar daha sonra bu ölçümlemeleri evliliklerini takip eden dört yıllık dönemde kendileri yapmayı sürdürdü.
Araştırma sonuçları, katılımcıların dört yıllık sürenin sonunda affedicilik ve kendilerini kontrol edebilme konularında çok daha iyi olduğunu gösterdi. İstatistiksel olarak bakıldığında affedicilik yeteneğinde olan artış, kendi kendini kontrol edebilme yeteneğine kıyasla daha fazlaydı ancak Pronk ve ekibi, insanların kendi kendini kontrol edebilme yeteneğini arttırmaya yönelik bir programa katılan kişilerde gözlenen artışa eşit olduğuna dikkat çekti.
Peki evli çiftlerin hayatlarından son derecede mutlu oldukları izlenimini vermelerine ne demeli? Bu konu ile ilgili kanıtlar, hayattan memnuniyet oranlarının ya da evlilikten sonra mutluluğun ne kadar değiştiğinin ölçümlendiği araştırmaların sonuçlarında yatıyor. 30’lu yaşlarındaki Bridget Jones gibi bekarlar, evlendikten sonra hayattan memnun olma oranının gerçekten de arttığını duyduklarına sevineceklerdir ancak bu oran, bir yıl kadar sonra evlilik öncesi seviyelerine geri dönüyor.
Buna rağmen resmin geneli böyle olsa da bu herkes için aynı olacak anlamına gelmiyor elbette. Bizler sık sık çevremizdeki kişilerin “tam da evlenilecek adam” ya da “tam da evlenilecek kadın” olup olmadığını söyleriz. Araştırmalar da evliliğin, insanları ne kadar ve ne şekilde değiştirdiğinin, çiftlerin evlenmeden önceki karakterlerinin nasıl olduğuna bağlı olduğunu gösteriyor.
Kimileri için evlilik gerçekten de hayatlarının geri kalanında çok daha mutlu olmalarını sağlıyor. Özellikle de daha duyarlı ve içine kapanık kadınlar ile dışa dönük erkekler, evlilik sonrasında hayatlarından çok daha mutlu olduklarını söylüyorlar. Bunun sebebi muhtemelen evlendikten sonraki yaşam tarzları onların kişilikleri ile daha uyumlu olması ancak bu konu üzerine henüz bir araştırma yapılmış değil.
Peki ya insanların evlendikten sonra birbirlerinin karakterlerini kopyalamalarına ne demeli? Özellikle de yaşlı bir evli çifti birbirlerininkine benzer kazakları giyerken gördüğünüz de siz de aynısını düşünüyor olabilirsiniz.
Ancak bu muhtemelen bir yanılsamadan ibaret, zira durum sanıldığı gibi olsaydı, daha uzun süre evli kalmış insanların partnerlerine daha fazla benzer özelliklere sahip olmalarını beklerdiniz. Ancak Michigan Eyalet Üniversitesi’ndeki araştırmacılar 1.200’ün üzerinde evli çiftin kişiliklerini incelediklerinde, bunun böyle olduğunu kanıtlayacak herhangi bir bulguya rastlamadılar. İşin özü birbirlerine benzer kişilik özelliklerine sahip insanların birbirleri ile evlenme ihtimallerinin daha yüksek olması.
Tüm bu bulgular ele alındığında araştırmalar, evliliğin insanların kişilikleri üzerinde düşük miktarda da olsa değişiklik yaptığı kesin.
Dr. Christian Jarrett, İngiliz Psikoloji Topluluğu’nun Research Digest blogunda yazıyor. Kendisinin bir sonraki kitabı, Personology, 2019 yılında yayımlanacak.
Kaynak: BBC Future
The post Evlilik insanları nasıl değiştiriyor? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post Bir savaşta bile kullanılamayacak kadar büyük olan atom bombası appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>Tu-95, kendisinden birkaç yıl önce geliştirilen bir başka bombardıman uçağının modifiye edilmiş bir türüydü. Bu uçak dört motorlu devasa bir araçtı ve Rusya’nın nükleer bombalarını taşıması için geliştirilmişti.
Geçen on yıl, Sovyet nükleer araştırmalarında önemli gelişmelere sahne olmuştu. İkinci Dünya Savaşı, Birleşik Devletler ve SSCB’yi aynı tarafta birleştirmişti ancak savaş sonrası dönemde iki ülkenin ilişkileri önce yavaşlamış, ardından da donma noktasına gelmişti. Sovyetler’in dünyanın tek nükleer süpergücü karşısında ezilmemesi için çok hızlı hareket etmesi gerekiyordu.
29 Ağustos 1949’da Sovyetler, günümüzde Kazakistan sınırları içerisinde yer alan uzak bir tepede, Birleşik Devletler’in atom bombası programına sızarak elde ettikleri bilgilerle ‘Joe-1’ olarak bilinen ilk nükleer aygıtını test etti. Bunu takip eden yıllarda Sovyetlerin test programı oldukça gelişti ve 80’den fazla atom bombası denemesi yapıldı. Sadece 1958 yılında Sovyetlerin 36 nükleer bomba denemesi yaptığı biliniyor.
Ancak Sovyetler Birliği’nin o güne kadar test ettiği bombalar, bunun yanında çocuk oyuncağı kalıyordu.
Tu-95, bir hava aracının dahili bomba alanına sığmayacak kadar büyük bir bombayı taşıyordu. Bomba 8 metre uzunluğunda ve 2.6 metre çapındaydı ve ağırlığı 27 tondan fazlaydı. Bombanın şekli, bundan on beş yıl önce Japonya’nın Hiroshima ve Nagasaki şehirlerini yerle bir eden ‘Little Boy’ ve ‘Fat Man’ atom bombalarına çok benziyordu. Bomba için Project 27000, Ürün Kodu 202, RDS-220 ve Kuzinka Mat (Kuzka’nın Annesi) gibi tanımlamalar yapılıyordu. Günümüzde ise bu bomba daha çok Tsar Bomba (Çar Bombası) olarak biliniyor.
Tsar Bomba sıradan bir nükleer bomba değildi. Bu atom bombası, SSCB bilim insanlarının dünyanın en güçlü bombasını geliştirmek için yürüttüğü hararetli çalışmaların bir sonucuydu. Dönemin başbakanı Nikita Khruschchev, bu tip bir bomba ile dünyanın Sovyet teknolojisi karşısında diz çökeceğini düşünüyordu. Bu bomba, o zamanın en büyük hava aracının bile içine sığamayacak kadar büyük bir metal parçası olmaktan çok daha fazlasıydı – bu bomba bir şehri yerle bir edebilecek kapasitedeydi ve sadece son çare olarak kullanılabilecek bir silahtı.
Bomba patladığı zaman ortaya çıkan ışığın etkilerini azaltmak için beyaz renge boyanmış olan Tupolev hedef noktasına ulaşmıştı. Barents Denizi’nde bulunan Novya Zemlya takım adaları SSCB’nin kuzey ucunda yer alıyordu. Tupolev’in pilotu Andrei Durnovtsev, hava aracını bir Sovyet test bölgesi olan Mityushikha Limanı’na getirdi ve onu 10 kilometre yüksekliğe çıkardı. Kendisinden daha küçük olan Tu-16 aracı da Tu-95’in içerisindeydi ve patlama bölgesinde patlamayı kameraya almak ve patlama sonrası havadan örnek toplamak için hazır bekliyordu.
Her iki uçağında düşmemesini sağlamak için (ki buna %50 ihtimal veriliyordu) Tsar Bomba neredeyse bir ton ağırlığındaki devasa bir paraşütle salındı. Bomba, daha önceden belirlenmiş olan 3.940 metre yüksekliğine yavaşça süzülecek ve orada patlatılacaktı. Bomba patlayana kadar Tu-95 ve Tu-16’nin patlama alanından 50 kilometre uzaklaşmış olması gerekiyordu ve bu mesafenin teoride hava araçlarına zarar vermeyecek kadar yeterli olduğuna inanılıyordu.
Tsar Bomba, Moskova saati ile saat 11:32’de patladı ve çok kısa bir süre içerisinde 8 kilometrelik bir ateş topunun oluşmasına neden oldu. Bombanın patlamasıyla ortaya çıkan şok dalgası, ateş topunun yukarıya doğru yükselmesine neden oldu ve bu patlama, 1.000 kilometre öteden bile görülebiliyordu.
Bombanın mantar bulutu 64 kilometre yükseldi ve mantarın başı 100 kilometre genişliğine ulaştı. Sadece bu görüntü bile, yeteri kadar uzak bir mesafeden izlendiğinde büyüleyici olmuş olsa gerek.
Novaya Zemlya’da bombanın etkileri yıkıcı oldu. Bombanın patladığı yerden 55 kilometre uzaktaki Severny’deki evlerin tamamı yıkıldı. Bombanın patladığı yere yüzlerce kilometre mesafedeki diğer Sovyet bölgelerinde bile evlerin yıkıldığı, çatıların uçtuğu, kapıların ve pencerelerin kırıldığı haberleri geldi. Radyo iletişimi bir saatten uzun bir süre kesildi.
Durovtsev’in Tupolev’i kurtulmayı başardı. Tsar Bomba’nın neden olduğu patlama, uçağın 1 kilometreden fazla irtifa kaybetmesine neden oldu.
Patlamayı kaydeden Sovyet bir kameraman o günü şöyle anlatıyor:
Hava aracının altındaki ve uzaktaki bombalar, patlamanın etkisiyle parlak bir renk halini aldı. Patlamadan yayılan ışık hüzmesi uçağın altına ulaştı ve bulutlar bile parıldamaya ve şeffaf bir hâl almaya başladı. O an, hava aracımız iki bulutun arasından geçerken hemen altında büyük, portakal rengi bir ateş topu yükseliyordu. Top, tıpkı bir Jüpiter gibi görünüyordu. Yavaşça ve sessizce yukarıya doğru yükseliyordu. Kalın bulut tabakalarını aşan ateş topu, büyümeye devam ediyordu. Sanki tüm Dünya’yı kendi içerisine çekiyor gibiydi. O gün gördüklerim son derecede büyüleyici, olağan dışı ve doğaüstüydü.
Tsar Bomba, inanılmaz derecede fazla bir enerjinin de açığa çıkmasına neden oldu. Bu enerjinin 57 megaton, ya da diğer bir deyişle 57 milyon dinamite eşdeğer olduğuna inanılıyor. Bu, Hiroshima ve Nagasaki bombalarının toplamından 1.500 kat ya da İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan tüm cephanelikten 10 kat daha fazla enerjinin açığa çıkmış olduğu anlamına geliyor. Bomba’nın patlama anını izleyen sensörler, Dünya’yı yörüngesinde bir kez ya da iki kez değil tam üç kez salladığını gösterdi.
Bu tip bir patlamanın gizli tutulması mümkün değildi. Birleşik Devletler’e ait bir casus uçağı, olay yerine sadece onlarca kilometre uzaklığındaydı. Uçakta bulunan özel bir optik aygıt, uzak nükleer patlamaların etkilerini hesaplamak için kullanılıyordu. Işık hızı kod adına sahip bu uçaktan alınan veriler, daha sonra Yabancı Silahları Değerlendirme Paneli tarafından analiz edilerek bu gizemli denemenin etkilerini hesaplamak için kullanıldı.
Denemeden kısa bir süre sonra uluslararası kınamalar da birbirini takip etti. Sadece Birleşik Devletler ve Britanya değil, SSCB’nin İsveç gibi bazı İskandinav komşuları da bu denemeyi sert bir dille kınadı. Bu mantar bulutu ile ilgili belki de tek olumlu sonuç, ateş topu dünya yüzeyi ile iletişim kurmadığı için çok düşük bir miktarda radyasyonun açığa çıkmasına neden olması oldu.
Aslında her şey çok farklı olabilirdi. Ama bombanın meydana çıkaracağı gücü sınırlamak için yapılan tasarım değişiklikleri yapılmamış olsaydı, Tsar Bomba iki kat daha fazla güçlü olacaktı.
Bu tür bir yıkıcı bombanın mimarlarından birisi, daha sonra dünyayı kendi geliştirdiği bu bombalardan temizlemek için yaptığı girişimlerle anılacak olan Sovyet fizikçi Andrei Sakharov idi. Sakharov, en başından beri Sovyet atom bombası programında uzman olarak görev almış ve SSCB’nin ilk atom bombalarını geliştiren ekibin bir parçası olmuştu.
Sakharov, çekirdeğindeki nükleer süreçlerden daha fazla enerji üretebilecek bir bomba olan katmanlı fisyon-füzyon-fisyon aygıtı üzerinde çalışmaya başladı. Bu, istikrarlı bir hidrojen izotopu olan döteryumun bir zenginleştirilmemiş uranyum katmanı ile sarılması anlamına geliyordu. Uranyum, ateşlenen döteryumdan yayılan nötronları yakalayacak ve kendiliğinden tepki vermeye başlayacaktı. Bu gelişme, SSCB’nin sadece birkaç yıl önce geliştirilmiş olan atom bombalarından çok daha güçlü olan ilk hidrojen bombasının geliştirmesini sağlayacaktı.
Khrushchev, Sakharov’dan o güne kadar test edilmiş olan her şeyden çok daha güçlü bir bomba yapmasını istedi.
Dönemin Birleşik Devletler Başkanı Bill Clinton yönetiminde görevli olan ve son 30 yılını atom bombalarını tasarlamak ve test etmek için harcayan Philip Coyle’ye göre Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlar konusunda Birleşik Devletler’den daha ileri bir seviyede olduğunu göstermesi gerekiyordu. Birleşik Devletler bu konuda Hiroshima ve Nagasaki’ye atılan bombaları hazırlamak için yaptığı çalışmalardan ötürü oldukça ileri bir seviyedeydi.
Coyle, konu ile ilgili olarak “Biz Sovyetlerden çok daha ileri bir seviyedeydik ve Sovyetler, Dünya’ya kendilerinin de nükleer silahlar konusunda en az Birleşik Devletler kadar gelişmiş olduğunu dünyaya göstermek istiyordu” diyor.
Tsar Bomba’nın orijinal tasarımı üç katmanlı bir bombaydı ve her bir katman, uranyum katmanları ile ayırılmıştı. Bu bomba 100 megaton gücünde, diğer bir deyişle Hiroshima ve Nagasaki’ye atılan bombalardan 3.000 kat daha güçlüydü. Sovyetler daha önce atmosferde birkaç megaton gücündeki bombaları test etmişti ancak bu bomba çok daha büyüktü. Kimi bilim insanları, bu tip bir bombanın atmosferde bile test edilemeyecek kadar büyük olduğunu düşünüyor.
Bomba test edilmeye hazır olmadan önce bombanın devasa bir yıkım gücüne ulaşmasını sağlayan uranyum katmanları yerine kurşun katmanları kullanıldı. Bu da nükleer tepkimenin etkilerini azaltıyordu. Bu kadar büyük bir güce sahip bir bombanın SSCB’nin kuzeyini devasa bir radyoaktif bulutu ile kaplamayacağının bir garantisi yoktu. Princeton Üniversitesi Ulusal ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı ve bir fizikçi olan Frank von Hippel’e göre Sakharov, bu tip bir bombanın test edilmesinin yaratacağı radyoaktiviteden ve bunun gelecek nesiller üzerindeki genetik etkilerinden oldukça endişeliydi.Sakharov işte tam da bu noktada bir bomba tasarımcısından bomba karşıtı bir kimseye olan dönüşümünü başlatmış oldu.
Sovyetler o kadar güçlü bir silah geliştirmişlerdi ki silahı tam gücüyle test etmekten korkuyorlardı ve bu, silahın beraberinde getirdiği sorunlardan sadece bir tanesiydi.
Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlarını taşımak için üretilen Tu-95 bombardıman uçakları aslında çok daha hafif bombaları taşımak için tasarlanmıştı. Tsar Bomba o kadar büyüktü ki bir füze içerisine yerleştirilmesi mümkün değildi. Aynı zamanda bomba o kadar ağırdı ki bu bombayı hedeflenen noktaya taşımak için gereken yakıtı da beraberinde taşıyabilecek bir hava aracı bulunmuyordu. Eğer bomba hedeflendiği kadar güçlü bir bomba ise bu bombayı taşıyacak hava aracının bombayı bıraktıktan sonra zarar görmeden geri dönmesi mümkün değildi.
“Konu nükleer silahlara geldiğinde bile onların aşırı güçlü olması sorun yaratabilir” diyen Coyle, günümüzde merkezi Washington DC’de bulunan bir düşünce kuruluşu olan Silahların Kontrolü be Yolsuzlukla Mücadele Merkezi’nin önde gelen üyelerinden birisi. Coyle konu ile ilgili olarak “Bu tip bir bomba ancak çok büyük şehirleri yerle bir etmek istediğiniz zaman kullanılabilir. Diğer herhangi bir durumda bu tip bir bomba gereğinden fazla güçlü kalır.” diyor.
Von Hippel de ona katılıyor. “Bu şeyler [büyük ve serbestçe düşün nükleer bombalar] hedeften kilometrelerce uzağa düşse bile hedefi yok edebilmek için geliştirilmiş bombalardı. O günden bu yana geçen süreçte artık bombaların hedeflenen noktayı vurabilmesine birden fazla savaş başlığı kullanılabilmesine özen gösteriliyor.”
Tsar Bomba’nın başka etkileri de vardı. Kendisinden önce atmosferde yapılan tüm testlerin toplamının %20’si büyüklüğünde olacak olan bu testin yanı sıra 1963 yılında atmosferde yapılan bomba testlerini de azalttı. Von Hippel’e göre Sakharov, atmosferde yapılan bu testlerin bıraktığı radyoaktif karbon 14 miktarından da endişe ediyordu zira bu radyoaktif maddenin atmosferde kalma süresi oldukça uzundu. O güne kadar yapılan testler sonucu atmosfere bırakılan radyoaktif maddelerin etkileri, daha sonra atmosfere bırakılan fosil yakıt karbonu tarafından kısmen hafifletildi.
Sakharov, daha önce test edilen Çar Bomba’nın kendi patlama dalgasından korunduğuna ancak tam donanımlı bir bombanın bu dalgadan korunamayacak olmasından endişeliydi. Bu durumda gezegen geneline yayılacak zehirli bir kir tabakası, dünyanın geneli üzerinde sorun yaratacaktı.
Sakharov, 1963 yılında yürürlüğe giren Kısmi Test Yasağı’nın en önemli destekçilerden birisiydi ve nükleer silahların yayılmasına yönelik eleştirilerini de o dönemden sonra yoğun olarak sürdürdü. 1960’ların sonunda ise füze savunma sistemleri yeni bir nükleer silahlanmanın gelişmesine neden oldu. Sakharov, bir süre sonra devlet tarafından dışlanmaya başlandı ve 1975 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü ve “insanlığın vicdanı” olarak anılmaya başlandı.
Görünen o ki Tsar Bomba, çok farklı bir türden düşüşe neden oldu.
Kaynak: BBC Future
The post Bir savaşta bile kullanılamayacak kadar büyük olan atom bombası appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post Instagram bilgisayar korsanlarının saldırısına uğradı appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>Doxagram kısa bir süre kapandı ve sitenin tekrar açılıp açılmayacağı bilinmiyor. Instagram, sitenin kapatılmasında herhangi bir rolü olup olmadığına yönelik soruya cevap vermedi.
Sitenin kapanmış olmasına rağmen düzinelerce Instagram kullanıcısının iletişim bilgileri internet üzerinde paylaşılmaya başladı. RepKnight adındaki bir internet güvenliği şirketi, aşağıdaki ünlülerin iletişim bilgilerine kendilerinin de rastladığını belirtti:
Ünlüler ve yüksek sayıda takipçisi olan kullanıcılar için bu saldırı, telefon numaralarını ve email adreslerini değiştirmek zorunda kalabilecekleri anlamına geliyor. Ancak sosyal mühendislik teknikleri kullanılarak bu hesapların kontrolü de ele geçirilebilir. Instagram’ın en çok takip edilen kullanıcısı Gomez’in de başına gelen şey tam olarak da bu. Geçtiğimiz Pazartesi günü Gomez’in hesabı önce kısa bir süreliğine kapatılmış, ardından Gomez’in eski sevgilisi Justin Bieber’in çıplak fotoğrafları hesap üzerinden paylaşılmıştı.
Bu gelişmeler iki açıdan rahatsız edici. Öncelikle ortalama bir Instagram kullanıcısı da bu saldırıdan etkilenmiş olabilir. İkinci sorun ise Instagram’ın hangi kullanıcıların hesabının bu saldırıdan etkilenmiş olabileceğini bilmiyor oluşu. Instagram’ın kurucu ortağı ve CTO’su Mike Krieger, yazdığı blogda şirketin yaptığı analizler sonucunda doğrulanmamış Instagram hesaplarının da bu saldırıdan etkilenmiş olabileceğini ancak Instagram’ın hangi hesapların bu saldırıdan etkilendiğini bilmediğini belirtiyor.
Şirket, emniyet teşkilatları ile birlikte çalışarak çalınan bilgilerin satışının önüne geçmeye de çalışıyor. Krieger, Instagram kullanıcılarını, hesaplarının güvenliğine dikkat etmeleri ve tanımadıkları kişilerden gelebilecek olan çağrılara, mesajlara ve elektronik postalara karşı dikkatli olmaları konusunda uyarıyor. Krieger, kullanıcılarının güvenliğinin kendileri için son derecede önemli olduğunu ve bu yaşananlar için üzgün olduklarını da sözlerine eklemiş.
Kaynak: The Verge
The post Instagram bilgisayar korsanlarının saldırısına uğradı appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post CRM şirketlere nasıl para kazandırır? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>
Hiç bir firma boşa para harcamak istemez ancak buna rağmen pek çok firma her gün aynı şeyi tekrar tekrar yaparak boşa zaman ve para harcamış olur. İşte bu alanda devreye giren CRM (Customer Relationship Management – Müşteri İlişkileri Yönetimi), şirketlerin tekerrür ederen iş süreçlerini etkin bir şekilde gerçekleştirmenizi sağlar.
Pek çok şirket genellikle kurumsal danışmanları kiralayarak çalışma süreçlerini sadeleştirmek isterler ve bu danışmanlar da genellikle karmaşık ve pahalı olan CRM sistemlerini önerirler. Bu sistemler saatler süren özelleştirme ve bakım süreçlerine ihtiyaç duyduklarından şirketlerin bir cebine giren para, diğer cebinden çıkmış olur. Sade ve web tabanlı bir CRM sistemi kullanarak şirketinizde gereksiz masrafların önüne geçmiş olursunuz.
Peki CRM kullanarak şirketinizin para kazanmasını nasıl sağlayabilirsiniz?
Kullanımı kolay web tabanlı CRM platformu ile birlikte gelen raporlama özellikleri sayesinde müşterilerinizi daha doğru şekilde anlayabilir ve bu sayede onların ilgisini daha çok çekebilecek pazarlama kampanyaları oluşturabilirsiniz. İyi bir CRM yazılımı kullanarak, müşterilerinize daha iyi bir hizmet ve satış sonrası desteği verebilirsiniz.
Günümüzde web tabanlı CRM sistemlerinin ücretleri önemli ölçüde azaldığından ve pek çok CRM programının ücretsiz deneme sürümleri bulunduğundan, dilediğiniz CRM çözümünü seçip şirketinize ne derecede olumlu bir etkisi olabileceğini kendiniz görebilirsiniz.
Kaynak: WORK[etc]
The post CRM şirketlere nasıl para kazandırır? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post CRM Yazılımlarını Kim Kullanır? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>
Kurumsal CRM yazılımı ya da müşteri ilişkileri yönetim yazılımları, müşteri adaylarını satış döngüsü süresince takip eden, organizasyonundan sorumlu olan ve bu sürecin etkin bir şekilde yönetilmesini sağlayan yazılımlardır.
CRM yazılımlarının kullanılış şekli şirketten şirkete göre değişiklik gösterir ancak CRM kullanan şirketlerde genellikle tüm çalışanlar, bir tür CRM yazılımı üzerinde çalışırlar.
Günümüzde tümüyle internet üzerinde çalışan çok sayıda CRM yazılımı bulunmaktadır. Firma sahipleri, kendi hedefleri doğrultusunda hangi CRM yazılımını kullanacaklarına kendileri karar vermelidirler. CRM yazılımları çok sayıda özellik barındırdıklarından kimi yazılımlar sizi kullanmadığınız özellikleri etkisizleştirmenizi sağlarlar.
Bu soruya verilebilecek en kolay cevap, “müşterisi olan her şirket CRM kullanabilir” yönünde olacaktır ancak işin aslı bu kadar da kolay değildir. Aşağıda CRM kullanımından olumlu yönde etkilenebilecek şirket türlerinin bir listesini göreceksiniz.
Gördüğünüz üzere şirketlerin bir müşteri ilişkileri yöneticisi yazılımı kullanmasını gerektiren çok sayıda neden vardır ve bu nedenler, yukarıdakilerle sınırlı değildir. CRM kullanmanın gerek firmalar gerekse de müşteriler için sayısız avantajı vardır. Bu sebeple yaptığı işte ciddi olan her şirket bir tür CRM uygulaması kullanmaktadır.
Excel tabloları ya da yapışkan notlar kullanarak müşterilerinizi düzgün bir şekilde yönetmek mümkün değildir. Hemen herkesin birbiri ile internet üzerinden bağlı olduğu günümüz dünyasında müşterileriniz, isteklerine ışık hızında cevap verebilmenizi beklemektedir. CRM bu alanda size yardımcı olacak en önemli araçtır.
Kaynak: WORK[etc]
The post CRM Yazılımlarını Kim Kullanır? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post CRM (Customer Relationship Management) Nedir? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>İşte tam da bu noktada CRM devreye girer.
CRM sistemlerini doğru bir şekilde kullanarak tüm müşteri etkileşimleriniz sorunsuz bir şekilde gerçekleşebilmelidir. Müşteri ilişkileri yönetimi tüm şirketler için son derecede önemli bir unsur haline gelmiştir ve verimli kullanıldığında gelirleriiniz ve müşteri memnuniyetiniz önemli oranda artacaktır.
CRM ayrıca hedefli pazarlama planlarınızda da önemli bir rol oynamaktadır. Verimli kullanılan bir CRM sistemi sayesinde önceki satış rakamlarınızı baz alarak yeni bir pazarlama stratejisi oluşturabilirsiniz. Bu sayede pazarlama kampanyalarınızda yanlış bir kesimi hedefleyerek boşuna para harcamamış olursunuz.
Aynı şekilde CRM sistemleri, müşterileriniz ile telefonda konuşan satış ekiplerinize de son derecede yardımcı olabilir. Geçmiş müşteri hareketlerini gören satış elemanınız onları analiz ederek, müşterinizin ilgisini çekmesi muhtemel yan ürünleri veya hizmetleri belirleyerek onların satışını gerçekleştirebilir.
Eğer herhangi bir CRM kullanmıyorsanız, şirketinizde CRM sistemi kullanmak atacağınız en doğru adımlardan birisi olacaktır. Günümüzde hala pek çok şirket, müşteri yönetimlerini Excel üzerinden gerçekleştirmektedir. CRM sistemlerini sunan firmalar, şirketlerin alışkın oldukları yöntemleri değiştirmekte ne kadar isteksiz olduklarının farkında olduklarından CRM sistemlerini nasıl kullanmanız gerektiğine yönelik kullandığınız yazılımla birlikte pek çok destek makalesine de ulaşabilirsiniz.
CRM, müşterilerine değer veren ve onlarla daha verimli bir şekilde çalışmak isteyen her şirketin kullanması gereken bir sistemdir.
Kaynak: WORK[etc]
The post CRM (Customer Relationship Management) Nedir? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post Yeni bir borç krizi kapıda mı? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>Burada bahsettiğim yalan, 2008 yılında dünya çapında gözlenen ekonomik krizin ve devamındaki “Büyük Durgunluk”un, haksız hükümet harcamalarından ve kamu borcundan kaynaklandığını düşünmemizdir. Aslında olan şey bunun tam aksi bir durumdur. Yaşanan ekonomik kriz, tehlikeli derecede yüksek miktardaki özel borç nedeni ile gerçekleşti (özellikle de mortgage krizi). Bizim konuşmamızı istemedikleri konu ise kamu ve özel borç seviyeleri arasında tamamen ters bir ilişki olduğu gerçeğidir.
Eğer kamu kesimi borcunu azaltırsa, genel olarak özel sektörün borcu artar. 2008’e kadar olan sürede olan şey buydu. Hükümetlerin uyguladığı kemer sıkma politikaları da bunun yeniden meydana gelmesine önayak oluyor ve eğer biz bunun için bir şeyler yapmazsak, bunun sonucunda başka bir ekonomik felaket kaçınılmaz olacaktır.
Aşağıdaki grafikleri, kamu ve özel borç arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Her iki grafik de 2015 ve 2017 yıllarında İngiltere Bütçe Sorumluluk Bürosu’nun (BSB) öngörüleridir.
BSB, 2015 yılındaki öngörümüzde günümüzdeki durumun aşağıdaki şekilde olacağını öngörüyordu.
BSB, bu yıl güncellediği öngörüsünde ise ekonomik beklentiler aşağıdaki şekilde değişti.
İlk olarak her iki diyagramın ne kadar simetrik olduğuna dikkat edin. Üst kısımda olanlar (ki buna ekonomide bütçe fazlası denir), alt kısımda olanları birebir yansıtır (ki buna da ekonomide bütçe açığı denir). Tüm bunlara ise muhasebe özdeşliği adı verilir.
Tıpkı herhangi bir hesap defterinde olduğu gibi krediler ve borçlar birbirini tamamlayabilmelidir. Bunu daha kolay anlamak için “hükümet” ve “özel sektör” adında iki farklı karakterin olduğunu hayal edin. Eğer hükümet 100 sterlin ödünç alır ve harcarsa, hükümetin 100 sterlin borcu olur. Ancak bunu harcayarak özel ekonomiye 100 sterlin aktarmış olur. Diğer bir deyişle bu eylem, hükümetin hanesine – 100 sterlin, ve diyagramdaki diğer herkes için + 100 sterlin olarak yazılmıştır.
Benzer şekilde eğer hükümet birisinden 100 sterlinlik vergi alırsa, o zaman hükümet 100 sterlin daha zengin olmuş olur ve özel ekonomik 100 sterlin daha fakir (hükümet için + 100 sterlin, diyagramdaki herkes için – 100 sterlin).
Peki bu tür bir defter tutmanın genel ekonomi üzerindeki etkileri nelerdir? Eğer hükümet bütçe fazlası veriyorsa herkes borç altına giriyor demektir.
İnsanlar, parayı tıpkı kumar masasında duran poker fişleri gibi düşünme eğilimindedirler ancak işin aslı öyle değildir. Paranın yaratılması gerekmektedir. Bankalar kredi verdiğinde para yaratılmış olur. Bu krediler ya hükümetin bankalardan borç alarak ekonomiye enjekte etmesi ya da özel vatandaşların bankalardan borç alması ile oluşur. Bu bankalar, parayı müşterilerinin biriktirdikleri paralardan almazlar. O parayı yoktan varederler. Herkes bir IOU yazabilir (I Owe You’nun kısaltılmışı, para yerine kullanılabilen bir tür borç senedi) ancak hükümetlerin vergi ödemesi yerine kabul edebilecekleri IOU’ları sadece bankalar hazırlayabilir (diğer bir deyişle dallarında bedava paranın varolduğu bir ağaç gerçekten vardır ancak bu ağaca sadece bankalar erişebilir.)
Elbette başka faktörler de vardır. İngiltere’de büyük miktarda ticaret açığı vardır (mavi) ve bu, hükümetin (sarı) tüm Çin malı ayakkabıları, Amerikan malı iPad’leri ve Alman arabalarını satın alabilmek için borç alması gerektiği anlamına gelir. Buradaki toplam para miktarı da zaman içerisinde değişkenlik gösterebilir. Buradaki asıl nokta, hükümetin ne kadar az borcu varsa, herkesin daha çok borç altında olması gerektiğidir. Kemer sıkma politikaları özel borç seviyelerinde önemli artışa neden olacaktır. İşte geçtiğimiz on yıl içerisinde olan şey de tam olarak budur.
Eğer tüm bunlar size politikacıların bu konuda konuşma biçimleri ile benzer görünmüyorsa, bunun çok basit bir sebebi var: Çoğu siyasetçi bunu bilmiyor. Son zamanlarda yapılan bir anket, İngiltere’de milletvekillerinin %90’ının paranın nereden geldiğini tam olarak anlamadığını ortaya koyuyor (bu milletvekilleri paranın darphaneden geldiğini düşünüyor). Gerçekte olan şey ise paranın aslında borç olduğudur. Eğer kimsenin kimseye hiç borcu olmasaydı, ortada hiç para olmazdı ve ekonomi durma noktasına gelirdi.
Elbette borcun birisine ödenmesi gerekmektedir. Bu grafikler kimin kime ne kadar borcu olduğunu göstermektedir.
Bütün bunları göz önünde bulundurarak yukarıdaki grafiklere yeniden bir göz atalım ve özellikle de koyu mavi renkle belirtilmiş olan hane halkı borç oranına dikkat edelim. 2015 yılında yayınlanan yukarıdaki birinci grafiğe baktığımızda BSB, 2008 yılına kadar geçen sürede hane halkı borcundaki artışa dikkat çekti. Bu oldukça önemliydi çünkü İngiltere tarihinde ilk kez, hane halkı borçlarının toplamı, hane halkı birikimlerinin toplamından fazla bir hale gelmişti ve bu sebeple hane halkı sektörü bütçe açığı veriyordu. Bu dönemde şirketler devasa kâr rakamları açıklıyordu. BSB, aynı zamanda bu tip bir oluşumun tekrar gerçekleşmeyeceğini de belirtiyordu.
Doğru, BSB’ye göre kemer sıkma politikaları ve hükümet borcunun azaltılması, özel borçların artması anlamına gelecekti. Ancak BSB ekonomistleri bunun bir problem olmayacağında ısrar ettiler çünkü bu politikaların yükü şirketlerin omuzuna yüklenecekti. Kurumlara olan yakınlığı ile bilinen Muhafazakar parti politikaları, kurumsal genişlemede bir patlamaya yol açacaktı ve bunun sonucunda da devasa kurumsal borçlanma meydana gelecekti (birinci diyagramda alt kısımda bulunan kırmızı renkli olan ve hükümetin açıklarını kapatacak olan devasa çıkıntı). Sıradan hane halkının endişelenmesi gereken neredeyse hiç bir şey yoktu.
Bu tamamen bir fantaziydi. BSB’nin öngördüğü gibi bir patlama meydana gelmedi.
İkinci grafikte, yani birinci grafik yayımlandıktan iki yıl sonra, BSB bunu kabul etmek zorunda kaldı. Şirketler kârlarına kâr katmaya devam etti. Öte yandan hanehalkı sektörü, bir felakete doğru yuvarlanmaya devam etti. Kemer sıkma politikaları sonucunda maaşlar azaldı, hükümet sosyal harcamalara (ve diğer her şeye) çok daha az pay ayırdı ve vergiler arttı. Bu durum, hanehalkı bütçelerini zora soktu ve insanlar borçlanmak zorunda kaldı. Bunun sonucunda hanehalkı borcu, İngiltere tarihinde ikinci kez hanehalkı birikimlerinden daha fazla oldu ve bu seferki durum, 2008’e doğru giden dönemdekinden çok daha kötü.
2008 yılındaki ekonomik krizin bir mortgage krizi olduğunu ve dünya ekonomisini neredeyse yıkma noktasına getirdiğini unutmayın. Bu bir kamu borcu krizi değildi. Özel borcun kriziydi.
2015 yılında orijinal BSB öngörülerinin yayımlandığı dönemde, The Guardian fazetesine kemer sıkma ve bütçe dengeleme politikalarının özel borç sektöründe bir felakete yol açacağını öngören bir makale yazmıştım. Günümüzde bunu BSB ile inkar edemiyor.
Sanırım bunun için bir soruşturma başlatılmasının ve BSB’nin buna nasıl izin verdiğinin araştırılmasının zamanı geldi. 2008 krizinden sonra en azından Hazine ve İngiltere Merkez Bankası ekonomistleri, özel borç ile finansal istikrarsızlık arasındaki ilişkiyi tam olarak anlamadıklarını iddia edebilirlerdi. Şimdi ise bunun için hiç bir mazeretleri kalmadı.
“Bütçe Sorumluluk Bürosu” adındaki bir kurum nasıl oluyor da kurumların sınırsızca borçlanmalarının bütçe üzerindeki açığı kapatmak için sorunsuzca kullanılamayacağını anlamıyor? Hatta ikinci grafik bile biraz garip. 2017 yılına kadar grafiğin üstü ve alt kısmı olması gerektiği gibi birbirinin aynısıdr. Bununla birlikte 2017 sonrası için öngörülen gelecekte, hattın altındaki bölüm, hattın üzerindeki bölümden çok daha küçüktür. Bu da bize, BSB’nin gelecekte hem devlet hem de özel borçları gereğinden çok daha az gösterdiğine işaret ediyor. Diğer bir deyişle, rakamlar birbirini tutmuyor.
BSB, New Statesman’a yaptığı açıklamada kurumun 2015 yılında yayımladığı öngörülerde herhangi bir hatanın farkında olmadığını ve o dönemde yayımlanan öngörülerin, o dönemde ellerinde olan verilere dayandırılarak oluşturulduğunu söyledi. Kurum, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılacak olmasının beraberinde getirdiği belirsizlik sebebi ile kurumsal yatırım öngörülerinde aşağı yönlü bir revizyona gittiğini de sözlerine ekledi.
Yine de “Bütçe Sorumluluk Bürosu”, kendilerine verilmiş olan ada sadık iseler, alarm zillerini derhal çalmaya başlamaları gerekiyor. Ancak kurum, özel borç oranlarından sadece bir kez bahsetmekle ve İngiltere Merkez Bankası’ndan alınan bireysel borç oranlarındaki artışa yönelik ılımlı bir uyarı mesajı vermekle yetiniyor ki bu uyarıda, bu artışın kemer sıkma politikalarına bağlamadı bile.
Konu ile ilgili tek makul açıklama olarak Hazine, BSB ve İngiltere Merkez Bankası’nın kemer sıkma politikalarının tehlikelerine yönelik insanları uyarma yetkisine sahip olmamaları gösterilebilir. Sorun ne kadar ciddi olursa olsun, bu kurumlar, kemer sıkma politikalarını haklı gösterebilmek için kurulmuşlardır. Burada profesyonel ekonomistlerin Muhafazakar Parti’nin kemer sıkma politikalarını hiç bir zaman desteklemediklerini de belirtmek isterim. Bu politikalar uygulanmaya başlandı çünkü bunu destekleyecek kurumlar kurulmuştu, politikacıların işine geliyordu, kemer sıkma politikalarının iyi bir fikir olup olmadığını tartışmaktansa onları destekleyecek ekonomistler işe alındı. Günümüzde bu durum, bizi yeni bir felaketin eşiğine getirdi.
2008 yılında yaşanan ekonomik kriz sırasında İngiltere Kraliçesi’nin “bu krizin yaklaşmakta olduğunu neden hiç biriniz öngöremedi” diye sorduğu biliniyor. Artık bu krizleri öngörebilecek araçlara sahibiz ancak belki de halka açık bir soruşturmada şu soruları sorabiliriz:
Kaynak: David Graeber, New Statesman, 18 Ağustos 2017.
The post Yeni bir borç krizi kapıda mı? appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post Jayden K. Smith yalanına kanmayın appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>Facebook üzerinden paylaşılan bu mesaj özünde oldukça sade bir mesaj. Birkaç satırdan oluşan bu mesaj özetle kullanıcıların Jayden K. Smith’den gelecek olan arkadaşlık isteklerini kabul etmemelerini istiyor.
Lütfen Messenger listenizdeki tüm arkadaşlarınızdan Jayden K. Smith’den gelecek olan bir arkadaşlık isteğini kabul etmemelerini isteyin. Jayden bir bilgisayar korsanıdır ve Facebook hesabınıza bağlanabilecek bir sisteme sahiptir. Eğer arkadaşlarınızdan herhangi birisi ondan gelecek olan herhangi bir arkadaşlık isteğini kabul ederse o zaman sizin hesabınız da ele geçirilebilir. Bu yüzden tüm arkadaşlarınızın bundan haberdar olmasını sağlayın.
Mesajda bu uyarı mesajını nasıl mümkün olduğu kadar çok kişi ile paylaşabileceğinize yer veriliyor. Çünkü Jayden K. Smith adındaki bu kişinin internetin altını üstüne getirmesinin önüne geçebilmenin tek yolu bu. Ancak eskiden gönderilen benzeri mektuplar gibi bu Facebook mesajı da saçmalıktan başka bir şey deği.
Jayden K. Smith adı altında dönen bu mesajların hepsi birer düzmece. Hatta bu tip mesajların Facebook varolmadan önce 2000 yılında bile farklı web siteleri altında ya da elektronik posta aracılığı ile gönderildiği biliniyor.
Haberlerin ve sosyal medya yazılarının kaynağını araştıran Snopes firması, Jayden K. Smith düzmecesinin kökenini bulmayı başarmış. Görünüşe göre Jayden K. Smith benzeri mesajlar daha önce Anwar Jitou, İsveçli Maggie, Tanner Dwyer, Bobby Roberts ve Jason Allen gibi pek çok isim altında paylaşılmış.
Yalan haberlerin daha fazla kişiye ulaşmasını engellemek için elinizden geleni yapmak sizin göreviniz. Eğer Jayden K. Smith mesajı size de gelirse göndericisine bunun doğru olmadığını ve kimseyle paylaşmaması gerektiğini söylemeniz gerekiyor. Bu anneniz, babanız ya da kardeşiniz olsa bile. Dilerseniz Jayden K. Smith mesajlarının gerçek olmadığını kanıtlamak için onlara bu sayfanın adresini gönderebilirsiniz.
Jayden K. Smith ile ilgili bu mesaj size de ulaştı mı? Mesajı diğer arkadaşlarınızla paylaştınız mı yoksa bunun bir düzmece olduğunu görür görmez anladınız mı? Snopes ve benzeri siteleri bu tip mesajların özgünlüğünü anlamak için kullanıyor musunuz? Yorumlarınızı bekliyoruz.
Kaynak: MakeUseOf
The post Jayden K. Smith yalanına kanmayın appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>The post Pandora: Avatar Dünyası Tema Parkı Hakkında Bilmedikleriniz appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>New York’ta bulunan Farmingdale Eyalet Koleji’nde görevli bir tema parkı uzmanı ve iş yönetimi profesörü olan Martin Lewison, sokakta kimsenin bir Avatar tişörtü giymediğine dikkat çekiyor ve filmin son derecede popüler olmasına rağmen onu izleyicisine bağlayan herhangi bir duygusal öğenin olmadığını da sözlerine ekliyor.
Ama tema parkları oldukça büyük bir endüstri ve Disney, resmi adı “Pandora: Avatar Dünyası” olan Avatar Şehri’nden oldukça umutlu. Geçtiğimiz yılın Ekim ayında sonlanan finansal yıl içerisinde Disney’in gelirlerinin 56 milyar dolara yakın gelirinin %31’i bu ve benzeri tema parklarından elde edildi. Ancak şirketin 16 milyar dolarlık işletme kârlılığının %21’inin de bu parklardan geldiğini belirtmek gerekir.
Disney ayrıca aralarında “Yıldız Savaşları” ve Marvel’in süper kahraman karakterlerinin de yer aldığı daha yeni kültürel varlıklarını da popüler tema parkı merkezlerine dönüştürebilme kabiliyetine sahip olduğunu kanıtlamak istiyor. Bu anlamda şirketin, Universal Stüdyoları’nın 2010 yılında kapılarını açtığı ve son derecede başarılı olan Harry Potter tema parkını da yakalamaya çalıştığı söylenebilir.
Disney’den en son yapılan açıklamada şirket 1 Nisan günü sona eren finansal çeyrekte 2.39 milyar dolarlık kazanım açıkladı. Bu rakam, bir yıl önce açıklanan 2.14 milyar dolarlık kazanımlarından %11 daha fazla. Şirketin gelirleri ise 12.97 milyar dolardan 13.34 milyar dolara yükseldi. Aynı dönemde tema parklarından elde edilen gelir %9 artarak 4.3 milyar dolara yükseldi. İşletme kârlılığı da da aynı segment için %20 artarak 750 milyon dolara ulaştı.
Disney’in kablolu televizyon gelirleri de arttı ancak ESPN’in artan program giderleri sebebiyle işletme gelirlerinde azalma gözlendi. ESPN, yakın bir geçmişte 100 kişiyi işten çıkaracağını açıklamıştı.
“Titanik” filminin yanı sıra gişe rekorları kıran filmleri ile tanınan ve aynı zamanda Avatar filminin de yönetmeni olan James Cameron, neredeyse ilk “Avatar” filmi yayımlandığı andan itibaren devam filmlerinden bahsediyor. Hatta bu devam filmlerinin ilki için 2010 yılından beri çalışıldığı biliniyor. Disney, filmin park haklarını 2011 yılında satın aldığında devam filminin çok geçmeden beyazperdedeki yerini alması bekleniyordu.
Ancak o dönemde Disney, Cameron’un 2013 yılında üç adet devam filmi çekeceğini açıklayacağından haberi yoktu. Yapılan ilk açıklama, ilk devam filminin 2016 yılında gösterime gireceği yönündeydi. Devam filmi daha sonra 2017 yılında, daha sonra da 2018 yılına ertelendi. Mart ayında yapılan açıklamada ise Cameron, devam filminin 2018 yılında gösterime girmeyeceğini söyledi. Nisan ayında yapılan açıklamada ise dört adet devam filminin 2020 ile 2025 yılları arasında gösterime gireceği yönünde oldu.
Bu durum, Disney’i kendi Avatar Land projesini devreye sokmaya zorladı. Avatar Land, 27 Mayıs’ta Disney’in Florida’da bulunan Hayvanlar Krallığı tema parkındaki yerini alacak. Eğer her şey yolunda giderse bu park devam filmlerini, devam filmleri de bu parkı tanıtmaya yardımcı olacak ve bu döngü son devam filmi yayına girene kadar devam edecek.
Ancak Disney, bunun tam aksi bir strateji izliyor gibi görünüyor. Şirket, tema parkını ziyaret edecek kişilere orijinal filmi hatırlayıp hatırlamadıklarına bakmaksızın Pandora’nın vahşi yaşamı, doğası ve bitki örtüsü ile büyülemeyi hedefliyor. Parkta, “Avatar” filminde bulunan karakterlere ya da olaylara yer verilmesi beklenmiyor.
Parkın tasarım ve prodüksiyon şefi Joe Rohde, bunun bir tercih olduğuna ve parkın, ziyaretçilerin Pandora’nın bir bölümünü ziyaret etmelerine imkan sağlayacağına dikkat çekiyor. Park bünyesinde mavi renkli Na’vi ırkı ya da minerallere aç olan insan ırkı arasındaki çekişmeye yer verilmiyor. Rohde’ye göre ziyaretçiler “Parkta gezerken herhangi birisine herhangi bir zamanda ne olduğuna bakmaksızın parkta kendi maceralarını deneyimleyebilecekler”.
Walt Disney şirketinin Avatar Land’i açmak istemesinin sebebi, Universal’ın Harry Potter’ın Sihirli Dünyası’nda yakaladığı başarının gölgesinde kalmak istemiyor oluşu. Şirketin 2019 yılında kapısını ziyaretçilere açacağı Yıldız Savaşları tema parkı da bu tehditi ciddiye aldığının bir başka göstergesi.
2015 yılında 138 milyon kişi Walt Disney’in tema parklarını ziyaret etti. Bu ziyaretçi sayısı, bir yıl önceki ziyaretçi sayısından %3 daha fazla. Universal’in tema parkları ise 45 milyon ziyaretçiyi bünyesine çekti ancak bu sayı, bir önceki yıla oranla %12’lik bir artışı gösteriyor.
Bir tema parkı danışmanlık şirketi olan Leisure Business Advisors’ın yöneticisi John Gerner, Harry Potter’ın gerek halk arasında gerekse de finansal bir başarı hikayesi olması, tema parkı endüstrisi için yeni bir çıta oluşturduğuna dikkat çekiyor.
Elbette Avatar, Harry Potter’a kıyasla oldukça farklı bir marka. Harry Potter’ın, bugüne kadar 9 filmi sinemalardaki yerini aldı. Bu filmler arasında devam filmi önümüzdeki yıl gösterime girecek olan tümüyle yeni bir film serisi de bulunuyor. Tüm bunlar olurken “Avatar”ın birinci devam filmi daha henüz gösterime bile girmemiş olacak.
Bu açıdan bakıldığında tema parkları endüstrisinin altın yılı 2019 yılı olabilir. Walt Disney’ın iki yeni “Yıldız Savaşları” tema parkını Kaliforniya’daki Disneyland’de ve Florida’daki Walt Disney World’de açacak olması, Universal Stüdyoları’nın da 2020 yılında Nintendo temalı tema parklarını Florida’da ve Japonya’da açmayı planlıyor olması tüm bunların bir göstergesi niteliğinde.
Lewison, bu gelişmeleri şu sözlerle özetliyor. “Tema parkı endüstrisinde yeni bir kural oluştu. Sürekli olarak yeni parkları inşa ederseniz herkes parktaki tüm bu yenilikleri görmek isteyecektir.”
Kaynak: Techlife News dergisi, Sayı: 13 Mayıs 2017, Sayfa: 46-53
The post Pandora: Avatar Dünyası Tema Parkı Hakkında Bilmedikleriniz appeared first on Kablosuz Mecmua.
]]>